14 research outputs found
Multilocular cystic renal cell carcinoma
Multiloküler kistik renal hücreli karsinom kistik renal neoplazmların karakteristik histolojik bulguları olan ve
çok iyi prognoza sahip nadir görülen bir alt tipidir. Multiloküler kistik renal hücreli karsinom tüm renal
tümörlerin %1'ini olusturur ve çeşitli boyutlarda, seröz veya hemorajik sıvı ile dolu, grade I nükleer özellikler
gösteren berrak hücrelerle döşeli düzensiz, ince duvarlı fibröz septalarla ayrılmış kistlerle karakterlidir. Tümör
rekürrensi veya metastazı bildirilmemiştir.Bu tümörün kistik nekroz gösteren unilokuler veya multilokuler kistik
renal hücreli karsinomdan ayrılması önemlidir. Bu makalede, multiloküler kistik renal hücreli karsinom tanısı
nedeniyle nefrektomi uygulanan 53 yasında erkek hasta sunulmaktadır.Multilocular cystic renal cell carcinoma is an uncommon subtype of cystic renal neoplasms with characteristic histologic findings and a good prognosis. Multilocular cystic renal cell carcinoma, accounts for 1% of all renal tumors and it is characterized by variably sized, serous or hemorrhagic fluid filled cysts separated by irregular, thin-walled, fibrous septa covered with clear cells showing grade I nuclear features. No tumor recurrences or metastasis have been reported. It is important to distinguish this tumor from unilocular or multilocular cystic renal cell carcinoma showing cystic necrosis. Here we report on a 53-year-old man who underwent nephrectomy for multilocular cystic renal cell carcinoma
The frequency of phimosis in patients who underwent circumcision
Bu retrospektif çalışmada, sünnet uyguladığımız çocuklarda patolojik fimozisin sıklığını ve önemini
ortaya konmak amaçlandı.
Ocak 1994-Ağustos 2000 tarihleri arasında kliniğimizde sünnet uygulanan 490 çocuğun
verileri incelendi. Olguların işlem öncesi muayenesinde saptanan fimozis sıklığı yaş gruplarına göre
değerlendirildi.
Sünnet öncesi yapılan genital muayenede toplam 34 (% 6.93) çocukta fimozis varlığı saptandı. 490
olgudan ayrıca 3' ünde (%0.6) unilateral hidrosel, 2' sinde (% 0.4) anterior hipospadias ve yine iki olguda (% 0.4)
tek taraflı inmemiş testis saptandı. Yaş gruplarına göre değerlendirildiğinde, fimozis görülme sıklığının yaş
ilerledikçe azaldığı belirlendi.
Çalışmamızda 0-3 yaş gurubu çocuklarda fimozisin daha sık görüldüğünü belirledik. Yaşla birlikte
görülme sıklığı azalmaktaydı. Bu nedenle ilk 3 yaş grubundaki fimozis'li olgularda topikal tedavi önerilebilir.
Tıbbi tedaviye yanıt alınamayan ve enfeksiyon saptanan olgularda ise sünnet uygulaması düşünülmelidir.To establish the frequency and importance of pathological phimosis in children who underwent
circumcision.
A review of the frequency and importance of phimosis was performed in 490 children
who underwent circumcision between January 1994 and August 2000 at our clinic. The frequency of phimosis
according to age groups was evaluated.
Overall 34 (% 6.93) children had typical phimosis before circumcision. Furthermore among the 490
patients, 3 (%0.6) had unilateral hydroceles, 2 (%0.4) had anterior hypospadias and 2 (%0.4) had unilateral
cryptorchidism. The frequency of phimosis decreased gradually in older groups.
In this study, we determined a higher frequency of phimosis in children between ages 0-3. The
frequency decreased with age. For this reason, topical therapy should be administered before 3 years of age and
circumcision should be reserved for patients who have infection or do not respond to medical therapy
Fetus in fetu : a case report
Fetus-in-fetu (FIF), gebelik esnasındaki anormal embriyogenezis sonrası gelişen nadir bir anomalidir. Malforme
fetüs ikiz eşinin vücudu içinde büyümekte ve sıklıkla abdominal bir kitle olarak tespit edilmektedir. Klinikte FIF
ve fetiform teratom (FT) tanıları arasında kesin bir sınır yoktur. Kliniğimize karında kitle nedeniyle başvuran
yedi yaşındaki erkek hasta değerlendirildi. Bu nadir görülen olgu nedeniyle, FIF ile FT ayırıcı tanısındaki gerekli
kriterleri tartıştık.Fetus in fetu (FIF) is a rare anomaly due to an abnormal embriogenesis of fetus during pregnancy. Malformed fetus grows in the body of co-twin and its frequently detected as an abdominal mass. There is no clear distinction between the term of FIF and fetiform teratoma (FT). A seven years old boy who admitted to our clinic with an abdominal mass was examined. In the light of this case, we discussed the criteria's of differential diagnosis between FIF and FT
Treatment of erectile dysfunction with sildenafil: our first results
Bu çalışmada, erektil disfonksiyon (ED) tedavisinde sildenafilin etkinlik ve güvenilirliği, hastaların
ereksiyon işlevi uluslararası soru (IIEF) formuna verdiği yanıtlara göre değerlendirilmiştir.
Polikliniğimize en az 1 yıldır süren yakınmalarla başvurup ED tanısı alan, toplam 56 hasta çalışma
kapsamına alındı. Olgular Üroloji, Kardiyoloji, ve Göz Hastalıkları bölümleri tarafından incelendi.
ıntrakavernöz papaverin enjeksiyonu ve penil Doppler inceleme ile değerlendirildi. Hastalara günde birden fazla
olmamak koşuluyla 50 mg sildenafil tedavisi başlandı. 8 haftalık tedavi sonrasında tedavinin etkinliği, olguların
IIEF formuna verdikleri yanıtlardaki değişime göre değerlendirildi.
Çalışma 3 (%5.3) hastada yan etki, 4 (%7.1) hastada yetersiz cevap ve 8 (%14.2) hastada ise takipsizlik
nedeniyle toplam 41 (%73) hasta ile tamamladı. Bunlardan 29 hasta (%70.3) IIEF form 3 ve 4'e verilen yanı
tlara göre ilişki için yeterli kalitede, sürdürebilen ereksiyonun oluştuğunu bildirdi (p<0.01). Sildenafil tedavisi
genelde iyi tolere edildi. Yan etkiler toplam 7 (%17) hastadaki başağrısı ve yüzde hafif kızarıklıktı. Toplam hasta
memnuniyeti%61idi.
Bu çalışma her ne kadar ED'un özgün alt guruplarına yönelik olarak düzenlenmese de sildenafil genel
olarak ED tedavisinde güvenli ve etkili bulunmuştur.In this study, the efficacy and tolerability of sildenafil were evaluated using the self-administered
International Index of Erectile Function (IIEF) questionnaire in patients with erectile dysfunction (ED).
Fifty-six patients suffering fromEDat least one year duration were enrolled in the study. All patients
underwent a complete urological, ophtalmological and cardiac work-up, intracavernous injection of papaverine
and penile Doppler ultrasound examination. Patients were instructed to take 50 mg sildenafil as needed but not
more than one dose daily. After 8 weeks of treatment, patients were revisited and the efficacy of sildenafil was
assessed according to the changes of IIEF.
Forty-one (73%) patients completed the study the reasons for incompletion were adverse effect in 3
(5.3%) patients, insufficient clinical response in 4 (7.1%) and lost of follow-up in 8 (14.2%). A total of 29 out of
41 (70.3%) patients reported improved erections sufficient for vaginal penetration according to the responses to
questions 3 and 4 of the IIEF (p<0.01). Treatment with sildenafil was generally well tolerated. The side effects
were headache and mild flushing in a total of 7 (17%) patients. The overall patient satisfaction rate was 61%.
Although the present study was not specifically designed to evaluate different subgroups of
patients with ED, sildenafil was generally found to be a safe and effective treatment option in men with ED of
various etiologie
Efficacy of prophylaxis with norfloxacin in transrectal prostate biopsy
Amaç: Transrektal iğne biyopsisi (TRıB) günümüzde prostat kanseri tanısı için standart tanı yöntemidir. Bu
işleme bağlı enfektif komplikasyonların olasılığını azaltmak için çeşitli antibiyotik rejimleri kullanılmaktadır.
Ancak TRıB profilaksisinde standart bir profilaksi rejimi henüz mevcut değildir.
Yöntem: Kliniğimizde TRıB uygulanan 34 olguya işlemden 24 saat önce başlanarak ve 2x400 mg/gün dozunda 1
hafta süreyle norfloksasin profilaksisi uygulandı. TRıB sonrasındaki 48. saat ve 7. günde olmak üzere hastaların
tümünden iki kez idrar kültürü alındı. Bakteriüri >1x105 koloni / ml olarak, febril atak >38.5 C ye ulaşan ateş
olarak kabul edildi.
Bulgular: Febril enfeksiyon oranı %3 ve üriner enfeksiyon oranı %3 olarak kaydedilirken, sepsis olgusuna
rastlanmadı.
Sonuç: TRıB sonrası görülebilecek enfeksiyon komplikasyon oranı küçümsenmeyecek derecededir. Bu gibi
enfektif komplikasyonları engellemek amacıyla değişik maliyette ve genellikle parenteral antibiyotik içeren profilaksi
rejimleri kullanılmaktadır. Norfloksasin ile işlemden 24 saat önce başlanan ve 1 hafta uygulanan profilaksi bu tip
komplikasyonları minimale indirmesi ve düşük maliyeti ile TRıB profilaksisi için iyi bir aday olmaktadır.Objective: Transrectal needle biopsy is the standard method in the diagnosis of prostate cancer. Various antibiotic
regimens have been used to reduce the complication of infection associated with this procedure. However,
there is no well-established antibiotic regimen for patients undergoing transrectal biopsy of the prostate.
Methods: Thirty-four patients undergoing transrectal biopsies of the prostate received 400 mg of norfloxacin
twice a day starting 24 h before biopsy and continued for 1 week. In 48 hours and 7th day after transrectal needle
biopsy were provided urine culture. Significant bacteriuria was defined as more than 1x105 colony / mL and febrile
attack was accepted as high fever reaching 38.5°C.
Results: Each rates of bacteraemia and urinary tract infection were 3%, and no patient developed sepsis.
Discussion: The development of infection after transrectal biopsy of prostate is not rare. With the purpose of
preventing such complications, intravenous antibiotics in high cost are commonly used. Norfloxacin prophylaxis
for 1 week effectively minimizes such complications and it also has a low cost
Comparison of TNM 1987 and TNM 1997 classifýcations in staging of renal adenocarcinoma
Amaç: Böbrek adenokarsinomunun klinik olarak doğru evrelenmesi prognoza yönelik bilgiler ve doğru tedavi
seçimi sağlama açısından önem taþımaktadır. Bu çalıþmada bilgisayarlı tomografi (BT) ile klinik evrelemede,
hemTNM87 hem de 97 sınıflamasının patolojik evreleme ile korelasyonunu incelemeyi amaçladık.
Yöntem: Ocak 1995-Kasım 2000 tarihleri arasında böbrek adenokarsinomu tanısı
ile radikal nefrektomi uygulanan 66 olgununBTve patoloji bulgularına göre yeniden evrelemesi yapıldı.
Bulgular: TNM 97 evreleme sistemi uygulandığında, TNM 87'ye göre T2 evre olan 23 olgunun T1 evreye
geçtiği belirlendi. T3 olgularında ise evrelemede bir değiþim olmadı. BT ile klinik evrelemenin patolojik
evrelemeye korelasyonu, hem TNM 87 hem TNM 97 sınıflamasına göre istatiksel olarak anlamlı bulundu
(p<0.001).
Sonuç: Böbrek adenokarsinomlarının klinik evrelemesinde BT etkin ve güvenilir bir tanı yöntemidir. TNM 97
evreleme sisteminin patolojik evre ile olan uyumu, TNM 87 sistemine göre istatistiksel olarak daha yüksek
bulunmuþtur (p<0.01). Yeni sınıflama ile saptanan evre II'den evre I'e belirgin kaymanın olgulardaki takip
maliyetlerini azaltabileceği sonucuna vardık.Objective: Accurate clinical staging of renal adenocarcinomas is important in determining prognosis and correct mode of therapy. In the present study, we aimed to examine the correlation of clinical staging with computerized tomography (CT)accordingtobothTNM 1987 and 1997 classifications withpathological staging.
Material and Methods: Sixty-six patients with a diagnosis of renal adenocarcinoma who underwent radical nephrectomy between January 1995-November 2000 were re-staged according to CT and histopathological findings.
Results: Using the TNM 1997 classification resulted in a redistribution of 23 patients from stage pT2 to stage pT1. There was no change in classification of patients with pT3 disease. Clinical staging with CT and pathological correlation was found to be statistically significant in both TNM 1987 and TNM 1997 staging classifications (p<0.001).
Conclusion: Clinical staging of renal adenocarcinomas with CT is an effective and reliable method. TNM 1997 staging has a statistically higher correlation with pathological staging compared to TNM 1987. It is concluded that the apparent shift of cases from stage II to stage I with the new classification will help decrease of follow-up costs
Deneysel komplet üreteral obstrüksüyonda iyonik ve noniyonik konstrast maddelerin böbrek üzerine histopatolojik etkileri
Bu tezin, veri tabanı üzerinden yayınlanma izni bulunmamaktadır. Yayınlanma izni olmayan tezlerin basılı kopyalarına Üniversite kütüphaneniz aracılığıyla (TÜBESS üzerinden) erişebilirsiniz.7.ÖZET Ege Üniversitesi Tıp fakültesi Üroloji Ana Bilim Dalında gerçekleştirilen bu çalışmada 5 gruptan 19 tavşan kullanıldı. Grup 1, 4 ve 5' e unilateral komplet ureteral ligasyon uygulandı. Grup 2, 3, 4 ve 5' e 1 mg/kg/hf dozunda kontrast madde verildi ve ürografi ile böbrek fonksiyonları değerlendirildi. 4. hafta sonunda tavşanlar öldürülüp elde edilen nefrektomi materyalleri patalojik incelemeye gönderildi ve elde edilen bulgular literatürle karşılaştırılarak değerlendirildi. * Grup 1 ile grup 4 ve 5' in obstrükte böbreklerinde sadece obstrüksüyon ile ortaya çıkan tübüler dilatasyon, kortikal fıbrozis, tübülüs lümeninde proteinöz materyal birikimi ve papilla nekrozu bulguları elde edilmiştir. * İKM ve NİKM ile obstrükte böbrekte benzer patalojik bulgular ortaya çıkmaktadır. * Grup 2, 3' ün ve grup 4, 5' in karşı böbrekleri birlikte değerlendirildiğinde ise, iyonik kontrast madde kulanılan gruplarda tübülüs lümeninde daha fazla proteinöz materyal birikimi saptanmıştır. * Grup 4 ve 51 de ne İKM ne de NİKM kullanımı ile obstrüksüyonun oluşturduğu renal hasarı artırıcı etkiler saptanmamıştır. * iyonik kontrast madde verilen gruplarda saptanan tübülüs lümeninde proteinöz madde birikimi kontrast ajanın toksisitesine bağlanmış, non-iyonik kontrast maddenin böbrek üzerinde mikroskobik düzeyde daha az hasar oluşturduğu sonucuna varılmıştır. * Elde edilen bulguların fonksiyonel ve klinik öneminin, histokimyasal metodlar ve EM düzeyinde ultrastrüktürel incelemeler gibi, ileri araştırma yöntemleriyle doğrulanması gerekmektedir. 3
Pirinç Kabuğu Külü İkameli Çimentoların Fiziksel ve Mekanik Özelliklerinin Araştırılması
Ülkemizde ve dünyada mineral katkıların kullanımının, çimento ve beton harçlarının mekanik özelliklerineolumlu etkisi nedeniyle giderek yaygınlaştığı izlenmektedir. Bunun yanı sıra, atıkların değerlendirilmesisayesinde enerji kaynaklarının korunduğu ve çevresel kirliliğin azaldığı tespit edilmiştir. Bu çalışmada, pirinçkabuğu külünün, katkılı çimentoda su ihtiyacı, hacim genleşmesi, priz süresi ve basınç dayanımı değerlerineetkileri araştırılmıştır. Bu amaçla pirinç kabuğu külünün, ağırlıkça %0, %2.5, %5, %7.5 ve %10 oranlarındaPortland çimento (CEM I 42.5 R) yerine ikame edilmiştir. Daha sonra çimento hamur ve harç örneklerininstandart çimento deneyleriyle mekanik, kimyasal ve fiziksel belirlenmiştir. Elde edilen veriler, kullanılanhammaddelerin fiziksel ve kimyasal yapısına göre su ihtiyacında ve priz sürelerinde farklılıklar meydanageldiğini göstermiştir. Sonuç olarak pirinç kabuğu külünün çimento sektöründe kullanılmasıyla ekonomik veekolojik yarar sağlanabileceği düşünülmektedir.It is observed that the use of mineral additives in our country and the world are becoming increasingly widespread due to the positive effect of cement and concrete mortars on mechanical properties. In addition, it has been determined that energy resources are protected and environmental pollution is reduced thanks to the utilization of waste. In this study, the effects of rice husk ash to water demand and volume expansion, setting time, compressive strength of the blended cement were investigated. For this purpose, rice husk ash was added as a replacement for Portland cement (CEM I 42.5 R) in amounts of 0%, 2.5%, 5%, 7.5% and 10% by weight. Afterwards, mechanical, chemical and physical determinations of cement paste and mortar samples were determined by standard cement tests. The obtained data showed differences in setting time and volume expansion value that are depended on physical and chemical structure of the raw materials. Consequently, it is thought that the use of rice husk ash in the cement sector can provide economic and ecological benefits.2-s2.0-8508411197
An electrochemical biosensor for direct detection of DNA using polystyrene-g-soya oil-g-imidazole graft copolymer
A label-free electrochemical DNA biosensor was developed through the attachment of polystyrene-g-soya oil-g-imidazole graft copolymer (PS-PSyIm) onto modified graphene oxide (GO) electrodeposited on glassy carbon electrode (GC). GC/GO electrode was initially functionalised via electrochemical reduction of 4-nitrobenzene diazonium salt, followed by the electrochemical reduction of NO2 to NH2. Subsequent to the electrochemical deposition of gold nanoparticles on modified surface, the attachment of the PS-PSyIm graft copolymer on the resulting electrode was achieved. The interaction of PS-PSyIm with DNA at the bare glassy carbon electrode was studied by cyclic voltammetry technique, and it was found that interaction predominantly takes place through intercalation mode. The selectivity of developed DNA biosensor was also explored by DPV on the basis of considering hybridisation event with non-complementary, one-base mismatched DNA and complementary target DNA sequence. Large decrease in the peak current was found upon the addition of complementary target DNA. The sensitivity of the developed DNA biosensor was also investigated, and detection limit was found to be 1.20 nmol L-1. © 2017, Springer-Verlag Berlin Heidelberg
N-acetyl-b-d-glucosaminidase levels and microalbumuniria in patients with urolithiasis
Böbrek epitel hücrelerinin kristal olusumu ile tubuler hasar ve/veya disfonksiyona yol açabilen
etkilesimi pek çok çalısmada ortaya konmustur. Bu çalısmanın amacı üriner sistem tası hikâyesi olanlarda
proksimal tübüler hasarın bir belirteci olan N-ase ın serum ve idrar düzeyleri ile
glomerüler bütünlügün bir belirteci olan idrar mikroalbumin düzeylerini ortaya koymaktı.
Çalısma grubunu, yakın zamanda spontan tas düsürme ve/veya girisimsel yöntemlerle
tas tedavisi öyküsü olup metabolik degerlendirmeye alınan 23 (15 erkek ve 8 kadın) hasta olusturdu. NAG
düzeyleri ticari kitler kullanılarak spektrofotometrik ve kolorimetrik metotla ölçüldü. Mikroalbuminüri analizi
kemiluminesans yöntemi ile degerlendirildi. Elde edilen sonuçlar benzer yas gurubundaki 12 (5 kadın ve 7 erkek)
saglıklı kontrol ile karsılastırıldı.
Çalısma ve kontrol grubu arasında serum ve idrar NAG düzeyleri (sırasıyla 11.86 ± 3.16 U/L
ve10.82 ± 1.61 U/L ile 8.09 ± 2.84 U/L ve 6.34 ± 1.94 U/L) arasındaki fark istatiksel olarak anlamlı bulundu
(p=0.01).Yine gruplar arasında mikroalbuminüri düzeyleri arasındaki fark da (17.71±3.95 µg/ml ve 7.18 ± 1.75
µg/ml) istatiksel olarak anlamlı (p< 0.05) bulundu.
Çalısmamızın sonuçları üriner sistem tas hastalıgının belirgin bir böbrek hasarı olusturmasa bile
glomerül ve tübül hücreleri üzerinde etkisi olabilecegini göstermektedir.The interactions between renal epithelial cells and crystal formation leading to tubuler damage
and/or dysfunction have been previously demonstrated in various studies. The aim of this study was to assess
The study group consisted of 23 metabolic evaluation patients (15 men and 8
women) who recently treated with urological interventions for urolithiasis and/or in patients with a history of
spontaneous stone passage.NAGlevels were measured with spectrophotometric and colorimetric methods using
commercial kits. Microalbuminuria was detected using chemiluminescence analysis. The results compared with
levels of 12 (5 men and 7 women) healthy controls in same age group.
The mean serum and urinaryNAGlevel were 11.86 ± 3.16 U/Land 10.82 ± 1.61 U/Lin patient group,
respectively. In controls, the mean NAG level was 8.09 ± 2.84 U/L in serum and 6.34 ± 1.94 U/L in urine. The
differences between the groups were statistically significant (p=0.01). There was also statistically significant
difference in microalbumin levels between the study groups (17.71 ± 3.95 µg/ml and 7.18 ± 1.75 µg/ml),
respectively (p< 0.05).
The results of our study indicate that urolithiasis may have an influence on glomeruli and
tubular cells even in the absence of apparent renal damage